Kitap PenceresiŞiir PenceresiYasin Gültekin

Şam Semalarında İsa – H. İbrahim Karahan

Güncel edebiyata şiirle “Şam Semalarında İsa” isimli eseriyle Uzam Yayınlarıyla merhaba diyen özgün kalem H. İbrahim Karahan’la şiir, hayat, yazma süreci hakkında konuştuk.

Neden şiir? Sorusuna, benzer bir soruyla cevap vermek istiyorum. Neden şiir değil? Küçüklüğümden beri anlamasam da tarihi eserlere ilgi duyardım. Taşlara işlenen zarif kabartmaları, büyük bir ustalıkla uçurumlara ve yüksek tepelere inşa edilen kaleleri, günümüz şartlarında bile sırrı çözülemeyen yapıları, ziynet eşyalarındaki desenleri… Bu tür tarihi eserleri gördüğümde şöyle düşünürdüm: “Geçmiş medeniyetlerin bize bıraktığı mirası, günümüz insanı teknoloji ile daha olağanüstü bir noktaya getirdi.” Ancak zamanla bunun böyle olmadığını anladım. Örneğin günümüzde inşa edilen mimari yapıların, insan ruhundan, incelikten ve metafizik derinlikten uzak, donuk ve mekanik bir durumda olduğunu fark ettim. Sadece mimari değil, birçok noktada bu gerilemeyi yaşadığımızı düşünüyorum. Yani onlardan aldığımız mirası devam ettirmek şöyle dursun, incelik ve güzelliğini bozarak, menfaat merkezli bir yıkım medeniyeti kurmuşuz, demeye başladım. Şiir sanatı bu düşüncelerin neresinde yer alıyor diyeceksiniz. Şöyle ki: Bütün bu yıkımın ve ağır enkazın altında nefes alan; bozulmadan, anlamını yitirmeden, hatta geçmişin kadim birikimini günümüze taşıyarak varlığını devam ettiren sanatın şiir olduğunu fark ettim. Her alanda yaşanan bozulmanın modern ambalajlarla ve sahte cilalarla örtbas edildiği günümüzde, şiirin insana önemli bir bilinç kazandırdığını anladım. İşte bu bozulmanın ortasında yalnızca şiir sanatı kendi gücünden bir şey kaybetmeden varlığını koruyarak günümüze ulaşmayı başarmıştır. Sözün gücü, her devirde ve her toplumda farklı şekillerde etkinliğini hissettirmiştir. Yuhanna İncil’inde şöyle bir pasaj geçer: “Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı. Başlangıçta O, Tanrı’yla birlikteydi. Her şey O’nun aracılığıyla var oldu, var olan hiçbir şey O’nsuz olmadı.” Şimdi tekrar soruyorum, neden şiir değil?

Ağrı, geçim telaşesinin ve gündelik gailelerin yoğunluğundan dolayı okumaya, yazmaya ve edebi faaliyetler yapmaya fazla zaman ayıramayan insanların yoğunlukta olduğu bir kent. Son zamanlarda durum böyle olmasa da hâlâ bunun etkisi şehirde sert şekilde hissediliyor. Nitekim resmi istatistikler de bu dediklerimi doğrular nitelikte. İşte böyle bir ortamda dilin en sivri hâliyle karşı karşıya kalıyorsunuz. Mesela bir anne bile çocuğuna şefkat gösterirken sert ifadeler kullanabiliyor. Bir babanın, oğluyla yüksek perdeden konuşması son derece olağan bir durum zaten. Sözcüklerle olan bağımın sebebini, bir örnek üzerinden açıklamak istiyorum. Küçüktüm, babamın terzi dükkânında çırak olarak çalışıyordum. Terzimiz üst katta, şehrin en işlek caddelerinden olan Eski Van Caddesi üzerinde yer alıyordu. Dükkân, caddede olan biten her şeyi görmek için gayet iyi bir konumdaydı. Terzinin küçük de bir balkonu vardı. Bir gün o balkonda oturmuş, caddeyi izliyordum. Sakalları ağarmış, yürümekte zorluk çeken ihtiyar bir amcayı gördüm. Hatırladığım kadarıyla 35-40 yaşlarında olan, oğlu olduğunu düşündüğüm birine, insanların içinde ağza alınmayacak tarzda küfürler yağdırmıştı. Yine o muhitte insanlar birbirlerine seslenirken, kalbin ayarlarını bozan ne kadar rahatsız edici hitap varsa onunla birbirlerini çağırıyorlardı. İşte tam o yaşlarda sözün güzel hâline muhtaç olduğumuzu hissetim. Doğrudan bunun şiir olduğunu bilmesem de, büyüdükçe beni şiire yönlendiren çarpıcı bir örnek olarak belleğimde durur bu hatıra. O yaşlarda böyle bir düşünceyi benimsememin altında duygusal ve hassas bir fıtrata sahip olmam da yatıyor diyebilirim. İlkokulda abileri tarafından dövülen arkadaşım için üzüldüğümü, onun için ne yapabileceğimi düşünürken, istemsizce onun hâlini anlatmaya çalıştığım dörtlükler karaladığımı hatırlıyorum mesela. Ancak beni okumaya icbar eden asıl sebep, Ankara’dır. Babamın işlerinden dolayı bir süre Ankara’da bulunduk ailece.  Çocuktum. Şivemden ötürü ilk defa birilerinin bana güldüğünü görmüştüm. O çirkin gülüşün tam olarak ne manaya geldiğini anlamasam da, kesinlikle iyi bir niyet taşımadığını hissetmiştim. O günden sonra sözcüklere daha duyarlı bir hale geldim. Küçük yaşta böyle bir hassasiyete sahip olmak, bu hassasiyetle büyümek benim için zor bir şeydi.

İlkokuldayken, kâğıtlara küçük küçük notlar bıraktığımı hatırlıyorum. Ne için yazdığımı ve yazdıklarımın bana nasıl bir katkı sağlayacağını hiç düşünmeden, gayri ihtiyari, içten gelen bir his olarak yazardım o notları. Lise sıralarında da zaman zaman kalem oynattım. Üniversite yıllarında ise işi daha ciddi bir boyuta taşımaya karar verdim. İçimdeki kelimelerin yeryüzünde kaybolduklarını ve bana seslendiklerini hissediyordum. Yıllarca aradım onları. Bulduklarımı sayfalarda sakladım. Zamanı gelince şiir oldular ve çeşitli dergilerde yayımlandılar. Şimdi de iki kapak arasındalar. Beni dünyanın karşısında konuşlandıran, uzakların varlığına ikna eden, varlığın ve hakikatin ince dokusunu göğsümdeki tuvale işleyen bir bilinç ve duygu haliyle açıklayabilirim şiirin üzerimdeki çekim gücünü. Bana göre gerçek şairler, hiçbir şey için şiir yazarlar. Onlar, yokluğun derinliğinden, varlığın ise sağır edici gürültüsünden kurtulmak için şiirin kapısında beklerler. Ben de bu niyeti taşıyorum şiir yazarken. Ancak o kapıya ne kadar yaklaştım, bilemiyorum.

Açıkçası öğrenmek ya da öğretmek için hiçbir zaman şiire başvurmadım. Şiirde didaktik vurguları tasvip etmedim. Geçmişten günümüze şiir üzerine yüzlerce tanım yapılmıştır. Bu sahada söz söyleyen herkes kendi düşünce dünyasına ve birikim seviyesine bağlı olarak şiiri açıklamaya çalışmıştır. Kimileri keskin tanımlarla şiiri bir kalıba hapsetmeye çalışmış, belli bir formda yazılırsa gerçek şiire ulaşılır diye teoriler üretmişlerdir. Bu tür kimselere en büyük cevabı yine şiir vermiştir. Her dönemde farklı kalıplarda ve farklı formlarda kaleme alınan iyi şiirler, bu sanatın dar kalıplara hapsedilemeyeceğini bizlere göstermiştir. Dolayısıyla şiir metni öğretici, vaaz edici, tepeden inmeci ve okuru şekillendirmeye dönük bir mantıkla kaleme alınmamalı diye düşünüyorum. Şayet bu düşünceyle şiir yazıyorsak, kalbin ve ruhun yerini anlamamışız demektir. Çünkü zannımca şiirde en büyük pay, kalbin payıdır. Bu bakımdan bizi insan kılan gerçek hislerin tebarüz etmesinde şiir önemli bir etkendir. Dediğim gibi, kalbinizdeki samimiyeti şiirle yüzleştirirseniz şiir size kapılarını açar ve anlam dünyanıza zamanla ciddi dokunuşlarda bulunur. Bu da birçok kimsede okuma iştahını diri tutmaya sebebiyet verecektir ilerleyen süreçte. Bu iştah, şiirle gelişip boy verdikten sonra, çeşitli sahalarda okumalar yaparak öğrenme ve öğretme adına ciddi bir faaliyet içerisine girebiliriz.

Bazen defter, bazen telefon, bazen de zihnime notlar alarak başlıyorum şiir yazmaya. Kendi içimde varlığını duyumsatan, bazen yetişmeye çalıştığım, bazen kaçtığım, somut olarak varlığını çok sık hissetmediğim bir bilinç vaktim var. O vakte denk geldiğim zaman bir dize de olsa yazmaya gayret ediyorum. Bu bilinç hâli en beklenmedik zamanlarda ortaya çıkabiliyor. Dolayısıyla şiir yazarken kendimi şartlandırdığım bir mekân ya da bir nesne yok. İçimdeki boşluğun kelimelere yer açtığını hissettiğim an, parça parça da olsa, sabrederek bütüne ulaşmaya çalışıyorum.

Yaşadığımız hayatın şiire benzemediğini hatta şiirden son derece uzak olduğunu düşünüyorum. Şiir, rikkati, bilinci, duyguları yerli yerinde kullanmayı ve sözün kıymetini bilmeyi gerektiriyor. Oysa gündelik hayatta bu inceliklerin çoğunu göremiyoruz. Kaygıların, sorunların, ekranların ve popüler kültürün bizi istediği gibi dönüştürdüğü zamanlardayız. Düşüncenin kısırlaştığını, popüler kültürün çağdaşlık adı altında zehir saçtığını, ekranların ise insanları belirli periyotlarla sanal kalıplarda şekillendirdiğini apaçık görmekteyiz. Şiir, ruhu, aklı ve varlığı uyuşturan bütün tuzaklara karşı teyakkuzda olma hâlidir bir bakıma. Günümüzde şiir, hayatın tam olarak neresinde konumlanıyor bilmiyorum. Ancak yaşamın her anında şiire konu olmayı bekleyen onlarca hikâyenin olduğunu düşünüyorum. Zaten şair, basit ama etkili, sade ama derin olanı tespit eden ve bunu edebi bir işçilikle tamamlayan kimse olmak durumundadır. Yaşadığım hayatın şiirle olan bağlantısı buradan geliyor aslında. Ancak şiir her daim hayatımın içinde olan bir unsur değil ne yazık ki. Zaman zaman şiirin güzelliğinden uzaklaştığım oluyor herkes gibi. Ama o mesafe ne kadar açılırsa açılsın, illa yollarımız kesişiyor bir şekilde. Kısacık bir an bile olsa bana yetiyor. Peki, şiiri hayatımdan çıkarırsam geriye ne kalır? Var olan her şey olduğu gibi kalacaktır muhtemelen. İşin kötü tarafı da budur zaten. Çünkü şiir, hayatımızda var olan her şeyi altüst ettiği zaman asıl amacını gerçekleştirir. Şiir uyutmak, dinlendirmek ve rahatlatmak için yazılan ve okunan bir şey değildir. Şiirde aslolan; sorgu, hayret ve sarsıntıdır. Kalbi Olmayan Kriz, başlıklı şiirimde bu konuya şu dizelerimle dikkat çekmeye çalışmıştım:

Mekânlar, şiirlerin ruhunu besleyen kaynaklardandır. Taşra, kasaba, köy ya da metropol fark etmeksizin, her mekân kendi sesini, kokusunu, rengini ve hikâyesini şiire aktarır. Taşra ve köy, dinginliği, doğadaki kirlenmemiş safiyeti ve insanın toprakla olan kadim bağını bizlere hatırlatır. Kasabalar, bir yandan geleneğin izlerini taşırken, diğer yandan modernleşmenin olağan seyrini nazara verir. Metropoller ise karmaşanın, yalnızlığın, hızın, hazzın ve sürekli değişim gerçeğinin karşı konulmaz tehlikesinden haberdar kılar bizi. Bu cihetten bakacak olursak her mekân, şairin dilinde bir duyguya, bir imgeye, bir çağrışıma dönüşmeye müsaittir. Ancak gerçek şiir, mekânın sınırlarını aşar; onu dönüştürür ve yeni bir idrak seviyesine taşır. Bir köyün sessizliği, bir metropolün gürültüsü, bir kasabanın hüznü, şairin kaleminde farklı formlarda vücut bulabilir. Şair, mekânı yalnızca betimlemez; onunla konuşur, onunla çatışır, onunla bütünleşir. Ben, şiirde en çok “ara mekânlara” sığınıyorum sanırım. Ne tam bir köy, ne tam bir şehir; ne tam bir geçmiş, ne tam bir gelecek… İki uç arasında salınan, belirsizliğin ve arayışın içinde. Örneğin Ağrı Dağı’nın kara bulutları kendine çektiğini, pus ve sisler arasında kaybolduğunu düşündüğümde, kendimi ona benzetmeden edemiyorum. Ancak bazen de en somut haliyle bir mekânı, imge yoluyla şiirde kullanmaktan çekinmiyorum. İnsanoğlunun son asırda akla yüklediği ulûhiyet derecesindeki kutsallık, duygunun varlığını giderek azalttı. Böyle bir çağda, ben en çok içimdeki mekâna sığınıyorum. Bilindiği gibi, İslam medeniyetinde insan varlığı bir şehre benzetilir; kalp ise bu şehrin sultanı olarak kabul edilir. Alman düşünür Martin Heidegger’in de dediği gibi, “İnsan, mekânda değil; mekân, insanın içindedir.” İşte bu yüzden, şiirlerimde kalbimdeki gerçek mekânı yurt edinmeye çalışıyorum.

İlk duyduğum günden beri aklımdan çıkmayan bir alıntıyla cevap vermeye çalışayım bu soruya. Babamın zaman zaman söylediği, her fırsatta kendini doğrulayan ve hakikate açılan pencereleri olan bir söz bu. Babam şöyle derdi: “Bazı insanlar vardır, maddi anlamda zengindir; bazıları ise yoksul. Kimi insanlar malını mülkünü kaybetse bile, o kişiden daima zenginlik kokusunu alırsın. Bu tür insanların ruhu zengindir. Bazı kimseler ise sonradan zengin olsalar dahi onların üzerinden yoksulluk (cimrilik) kokusunu duyarsın.” Ben bu ifadeleri farklı bir noktadan tahlil edeceğim. Okumak, her insanda güzel durmuyor. Evet, ağır bir ifade oldu. Elbette ki her insanın asgari düzeyde okumaya vakit ayırması ve kendi gelişimi açısından bir çaba içinde olması çok önemli. Bu bakımdan, okumaya vakit ayıran, düşünce dünyasını güçlendiren herkesi destekliyorum ve buna hiç olmadığımız kadar ihtiyacımız var diyorum. Ama ben, okumanın sadece belli organlarla yapıldığını düşünmüyorum. Okumak, aklın ve ruhun katıldığı bir anlam panayırı olmalıdır. İnsanın varlığına değer kazandıran bir gerçeğe kapı aralamalı ve insanı eşref-i mahlûkat konumuna taşımalıdır. Okumak eylemi, teknolojinin bütün tehlikelerine rağmen insanı aşağı çekmekten, düşmekten ve kibir halinden de kurtarmalıdır. Örneğin, Kur’an-ı Kerim’in “Oku” ifadesi, yalınkat ve dar bir kapsamla anlaşılmaktan öte bir mana ifade etmektedir. İnsanın, evrenin, tabiatın ve eşyanın, kısacası tüm âlemin, kalbe başvurarak bizi derin anlamlarla buluşturması; ontoloji ve hakikat yolunda belirli bir mesafe kat edilmesini sağlayacak bir yoğunluğu ve zenginliği içinde barındırması, hiç şüphesiz insanın değerine yönelik bir çağrıdır. Ancak günümüz insanı, okuma eylemini aklın ve kalbin varlığı üzerine inşa etmediği için, tekrara kaçan ve yerinde patinaj çekmekten kurtulamayan bir ruh haline davetiye çıkarmaktadır. Bu buhran sürecinin başını ise “ekranların” çektiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Hazırdan yemek, diye bir tabir vardır malumunuz. Ben medyanın insan ruhunda yarattığı tahribatı bu ifadeyle açıklıyorum. Ekranlar, insanın ruhunda bulunan güzellikleri yiyen ve yok eden bir canavara benziyor artık. Ve bu canavarın kemirmediği, hasar bırakmadığı bir ruh kalmadı neredeyse. Ben, bu cendereden itidal yoluyla kurtulmayı teklif ediyorum. Ekranların bizlerden neler çaldığına, kitapların ise ruhumuza neler kattığına bakmakla başlayabiliriz düşünmeye. Nasıl ki bir müzisyen, notaları doğru yerlerde kullanarak bir melodi tutturuyorsa, biz de hayatımızda bu unsurları uyum içinde kullanarak bir bütünlük yakalayabiliriz. Televizyon ve sosyal medya, bize dünyayı gösteren pencerelerdir; okumak ve yazmak ise iç dünyamızı keşfetmemizi sağlayan unsurlar. İkisini bir arada tutmak, hem dışarıya hem de içeriye bakabilmek demektir. Bu tehlikeyi atlatmanın yolu, “bilinçli bir tercih” yapmaktan geçer. Ekranlara bakarken, kendimize şu soruyu sormalıyız: “Bu, bana ne katıyor?” Okurken ve yazarken de şunu düşünmeliyiz: “Bu, ruhumu nasıl besliyor?” Çünkü asıl zenginlik, zamanımızı ve dikkatimizi nereye harcadığımızda gizlidir.

Evet, bir edebiyat ürünü sabrın ve metni onarmak için ortaya konan derli toplu eleştirilerin sonucunda tamam olur. Gerçek ve insan ruhunda etki bırakan bir metnin rastlantısal olarak meydana geldiğini düşünmüyorum. Fransız yazar Paul Valéry’nin “Şiirde ilk dize Tanrı vergisidir, gerisi alın teridir.” İfadesini özellikle şiir açısından yerinde bulduğumu belirtmek istiyorum. İnsanı harekete geçiren, göğsünde heyecan duygusunu uyandıran ve bir işaret fişeği hükmünde olan ilk dizeleri değerli buluyorum. Bir nesneden ya da bir duygudan mülhem ortaya çıkan bu ifadeleri, ilham kavramıyla açıklayabiliriz. Her ne kadar yanlış anlaşılmaya müsait bir kavram olsa da, ben edebiyat metinlerindeki bu ilk nüveye ilham diyorum. Ancak doğrudan Tanrı merkezli değil, Tanrının var ettiği şeyler üzerinden bize geçen bir anlam hâli diyebiliriz. Gerçek bir şair ya da yazar, bu ilk ışığın peşinden ısrarla giderse ve okumalar yaparak da bu kabiliyeti desteklerse, hatırı sayılır bir mesafe kat etmiş olacaktır. Eleştiri konusunda da ben yazarın kendisini esas alıyorum. İyi bir yazar, aynı zamanda iyi bir eleştirmendir. Kendi yazdıklarının iyi ya da kötü olduğunu fehmedecek düzeyde olan birisi, hassas bir tutumla kendi yazdıklarını ileri bir seviyeye taşıyabilir. Elbette gözden kaçıracağı küçük hatalar, pürüzler ve kopukluklar olacaktır. Bunun içinse alanında uzman olduğunu düşündüğümüz kimselere başvurarak ilerleme kaydedebiliriz. Her yazar kendi kendini eleştirecek kadar kendini geliştirmeli diye düşünüyorum. Önemli olan ne söylediğimiz değil, nasıl söylediğimizdir. Çünkü bu gök kubbe altında söylenmemiş söz yoktur.”

Eleştiri konusuna gelecek olursak, Ne yazık ki, bazı kişiler sanatı yüzeysel bir şekilde ele alıyor. Bu durum, sosyal medyanın da etkisiyle daha da belirgin hale geldi. Eskiden şiir okumaları, uzun emeklerin ve özeleştirinin sonucunda ortaya çıkardı. Şimdi ise sosyal medya, bu geleneğin yerini aldı. Paylaşmanın sınırı olmadığı için, herkes kendini “şair” ilan ederek bir takipçi kitlesine ulaşma hevesiyle hareket edebiliyor. Kişilere göre ya da edebiyat dergilerine göre eser yazmak gibi bir durumun varlığından da bahsetmek gerek. Hâlbuki gerçek sanat, beğenilmek için yapılmaz. Ben her zaman şunu savundum: “Yazdıklarım yayımlanmayı hak etmeyecek seviyede olsalar bile bana ait olacaklar. Başkalarını yazdıklarımda söz sahibi kılmayacağım. Nabza göre şerbet vermektense, acı su içmeyi tercih edeceğim.” Doğal olarak bu düşünceler bana edebi bir hassasiyet ve eleştirel düşünme özelliğini kazandırdı. Şiir yolculuğumda eleştirileri, bir metni daha derinlikli okumak ve kendi sesimi daha iyi duyabilmek için bir imkân olarak görüyorum. Eleştiriler, yalnızca bir yanlışı düzeltmekle sınırlı kalmaz; bazen bir kelimenin, bir imgenin ya da bir sessizliğin taşıdığı anlamı daha iyi kavramama da yardımcı olur. Bu yüzden eleştiriyi, bir savunma refleksiyle değil, anlamı genişleten bir bakış açısıyla karşılamaya çalışıyorum.

Ben şiirlerimde, bu dünyaya ait olmadığımı imgeler yoluyla ifade ederek, başka bir âlemin parçası olduğum düşüncesini var kılmaya çalıştım. Hz. Peygamber (a.s) “dünya mü’minin zindanıdır.” buyurmuştur. Hayatım bu sözlerin varlığını doğrulamakla geçti, geçiyor. Çocukken, bu Hadis-i Şerif’ten haberim yokken bile böyle düşündüğümü, böyle hissettiğimi hatırlıyorum. Bu yurtsuzluk hissini göğsümde taşıdım her daim. Her kemâlde bir eksiklik,  bir yabanlık, bir kopukluk düşüncesini diri tuttum. Her kök saldığımı sandığımda, ölümün soğuk nefesini yüzümde hissettim. Ne yaparsam yapayım, kendimi ne şekilde kandırırsam kandırayım, ruhumun dünya zindanında hapis olduğu gerçeğini hiç unutmadım. Bu, karanlık demekti benim için. Şiirlerimde bu karanlığı yansıtmaya çalıştım.

Şiirlerim, insanların günlük hayatta görmezden geldiği, belki de yüzleşmekten korktuğu hislere temas ediyor çoğunlukla. Kendimle, insanlarla ve dünyayla olan ilişkimi, bazen acıyla kabullenerek, bazen de incelikle sorgulayarak mısralarıma yansıtıyorum. Peki, bu şiirler okurlarda neyi tetikliyor? Belki de insanın kendisiyle yüzleşmesini sağlıyor. Okuru rahatsız ediyor, onu düşündürüyor, hatta belki biraz huzursuz ediyor. İnsanın kırılganlıklarını, umutlarını ve çaresizliklerini dile getiriyorum. Bu, okuru kendi içine dönmeye, kendi acılarıyla ve çelişkileriyle hesaplaşmaya davet ediyor olabilir. Filistinli şair Mahmud Derviş şöyle der: “Şiir bir uçağı düşüremez ama pilotun kafasını karıştırabilir.” Şiirlerimin okurların zihninde böyle bir karışıklığı tetiklemesini ümit ediyorum.          

Evet, zaman zaman şiir ile gerçek yaşam arasında zıtlık hissettiğim oluyor. Sanatın doğası gereği, bazen fiziksel dünyanın kaotik ve sert gerçekliğiyle tezat oluşturan bir yazım sürecine giriyorum. Şiir, gündelik hayatın sınırlarını aşan, aynı zamanda da gündelik hayatın içinden beslenen bir ifade biçimi olduğu için, bireyin iç dünyasıyla dış dünya arasında köprü kuruyor. Fiziksel dünyanın gidişatı ve şiir yazmak arasındaki ilişkiye gelince, bu iki alanın her zaman birebir örtüşmediğini düşünüyorum. Günlük yaşamın karmaşası, hızla değişen dünya düzeni bazen insanın ruhunu girift bir hâle getiriyor. Ama tam da bu zıtlık, yazma sürecini besleyen bir unsur hâline geliyor. Modern şiirin bana sunduğu özgürlük, kültürel deneyimlerimi ve gözlemlerimi daha rahat ifade edebilmemi sağlıyor. Kültürler arası bir yaşam tarzına sahip olmak, dil ve imgeler konusunda beni daha esnek, daha titiz ve daha rafine bir anlatım arayışına yönlendirdi. Dolayısıyla, bu çeşitlilik ve bazen hissettiğim karşıtlık, modern şiir anlayışımı derinleştiren bir etken oldu diyebilirim.

Edip Cansever’in Mendilimde Kan Sesleri başlıklı şiirini hatırlıyorum mevzu bahis şehir olunca.

“Ah güzel Ahmet abim benim 

İnsan yaşadığı yere benzer 

O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer 

Suyunda yüzen balığa 

Toprağını iten çiçeğe 

Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine” 

Ağrı, tipik bir taşra kenti. Bu yönüyle birçok güzelliği ve yine birçok olumsuzluğu içinde barındırıyor. Ağrı’ya has bir durum değil bu. Çünkü dünya artık global bir köy olmuş durumda. Herkesin birbirine benzediği, ama birbirinden dünyalar kadar uzak olduğu bir realite. Ben, bu bakımdan şehirlerin doğa olaylarını, gecelerini, insanların ağzından dökülen sözleri, o şehirde samimiyetle yürütülen edebi faaliyetleri, insanların ruh halinin ne derece sağlıklı olduğunu ve yüzlerinde hayat belirtisinin olup olmadığını gözlemlemeye çalışıyorum. Ağrı, ekonomik, sosyal ve mevsimsel sorunlardan dolayı, insanı kendi içine kapanmaya mecbur kılan bir şehir. Bu ilk bakıldığı zaman tehlikeli ve üzücü bir durum olarak görülebilir. Nitekim kontrol edilmediği zaman, kendi gölgesine dahi düşmanlık yapabilecek tıynette insanların varlığını tebarüz ettirebilir. Ancak özü itibariyle bu durum, insanın kendi kabuğuna çekilmesi, köklerine eğilmesi, kalbine, yani anlamın ve varlığın ana çekirdeğine ulaşabileceği bir fırsat olarak da değerlendirilebilir. Antik Yunan’da serlevha olan bir söz vardı. “Kendini Bil.” Kendini bilen insanın diğer bütün insanları hakkıyla bileceği, hatta bütün varlık âleminin künhüne varacağı apaçık bir gerçektir. Kendini bilmeyen, varlığını keşfedemeyen bir insanın, kendini tanıması da mümkün değildir. Nitekim efendimiz de (a.s) bu konuya dikkat çekmiştir. “Kendini bilen Rabbini bilir.” Evet, insan, kendini bilmekle kendi aklını, ruhunu ve duygularını idrak eder. Bilincinin kökenini ve içsel düzenini sorguladığında, bunların rastlantısal olmadığını, bir hikmete dayandığını kavrar. Kendini tanıdıkça da, aslında toplumun bir parçası olduğunu fark eder. Gerçek kendini bilme süreci, insanın iç dünyasını, duygularını, niyetlerini ve sınırlarını keşfetmesiyle başlar. Bu bilinç, bireyi ego ve kibirden arındırarak, manevi bakımdan daha sağlıklı bir noktaya ulaştırır. Özüne inen birey, toplumun da özündeki ilahi düzeni görebilir. Bu açıdan bakıldığında, kendimi tanımam ve keşfetmemde Ağrı’nın önemli bir yeri vardır. Kitaplarla olan temasım ve okuma iştahımın artması da bu sürece dayanıyor. Bu durum, beni hassas, tedirgin ve kırgın bir kalp sahibi kılsa da, bundan rahatsız olmadığımı belirtmek isterim. Açıkçası ben şehirlerin belli özelliklerine dikkat kesilerek o şehri zihnimde anlamlandırıyorum. Bu anlamın yerini bulmasında kokuların da ciddi bir etkisi var tabii. Mesela Kösedağ’a baktığımda, merhum Sezai Karakoç’un da bu dağa baktığını, bakarken neler düşündüğünü, neler hissettiğini ve neler yazdığını canlandırıyorum zihnimde. Ya da yağmur yağınca, Tevfik Fikret’in Yağmur şiirini okumadan, düşünmeden edemiyorum.

“Küçük, muttarid, muhteriz darbeler

Kafeslerde, camlarda pür ihtizaz

Olur dembedem nevha-ger, nagme-saz

Kafeslerde, camlarda pür ihtizaz

Küçük, muttarid, muhteriz darbeler…”

          Kar yağdığında da aynı şekilde Cenap Şehabettin’e, Dıranas’a, Karakoç’a ve diğer kar şairlerine selam göndermeyi ihmal etmiyorum. Kimi zaman Melayê Cizîrî, Kimi zaman Ehmedê Xanî, kimi zaman Cegerxwîn, kimi zaman da Berken Bereh bana eşlik ediyor bu şehirde. Ancak şehirle olan bağlantımın tamamen soyut temellere dayanamadığını belirtmek istiyorum. Somut ve gerçek dünyanın da şiirlerimde önemli bir yeri var. Hatta imge hususunda özellikle somut imge yöntemine başvurarak meramımı anlatmaya gayret ediyorum. Yoksulluğu, haksızlığı, adaletsizliği ve toplumsal sorunları da bu açıdan şiirimin merkezinde tutmaya çalışıyorum. Her şehir, insandan bir şeyler alır ve karşılığında bir şeyler verir. Ağrı, benim elime kara bir kalem tutuşturdu. Karşılığında ise birçok şey aldı. Son olarak, Ağrı edebiyatına ciddi katkılarda bulunan, bütün olumsuzluklara rağmen pes etmeyen ve bu söyleşinin meydana gelmesine vesile olan Pencere Edebiyat ailesine teşekkür ediyorum.

Röportaj: Yasin GÜLTEKİN

Bir Cevap Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir